YAZI: RECEP ÇİFTÇİ

Bir varmış Bir yokmuş…

Farkında mısınız bütün masallar bu şekilde başlar “Bir varmış bir yokmuş…” acaba neden? Bir gelenek mi? Yoksa gizli bir kodifikasyon mu?

Masal deyip de geçmeyelim, masallar insanların karanlık gecelerini süslemiş çeyizlerdir. Özellikle çeyiz diyorum çünkü bir evliliğe hazırlık olduğu için. Genç kız gibi insan bu masallar sayesinde kendi iç dünyasını geliştirdi. Kemale getirdi kendini.

Çok eski zamanlarda insanların tek haber alma şekli köyleri ziyaret eden ulaklar/şairler sayesindeydi. Köylüler tarafından sabırsızlıkla beklenen bu gezginler her uğradıkları köylerde özel ilgi görürlerdi. Köylüler köy meydanında veya birinin evinde toplanır ve dikkatlice ulağın ağızdan çıkan her sözünü dinlerlerdi.

Ulaklar başka diyarlardan haberler getirirlerdi veya insanları düşündürecek/tefekküre itecek masallar anlatırlardı. Bu masal anlatımının bir ritüeli vardı: ateş etrafında yapılırdı. Ulağın etrafını çemberlemiş şekilde köylüler sıkı sıkı oturmuşlar hem ateşi izler, hem haberciyi pür dikkat dinlerlerdi.

Neden ateş diyeceksiniz?

Ateşin bir özelliği, dönüştürmektir… Kumu cama, madeni demire dönüştürmesi gibi. Ateşin yarattığı gölgeler insanın iç aleminde korkuları, fantezileri, hayalleri canlandırır. Masal bu gölgelere can verir, her dinleyici kendinde bir hayal perdesinin açılmasına şahit olur. Perde açıldığında kendini görür adeta ama sembollerle süslenmiş bir alemde.

Ateşin alevleri, kırmızı, turuncu, sarı, beyaz olarak dans ederler… Aynı zamanda odunun çıtırtıları, etraftaki sessizliğe eşlik eder.

Ve ulak başlar…”Bir varmış Bir yokmuş…” diyerek hikâyenin oyuncularını/kahramanlarını teker teker tarif etmeye. Bunun arkasından hikâyenin/masalın heyecanlı kısmı gelir ve insanlar burada nefeslerini tutarlar: acaba ne olacak, kahraman ölecek mi ?

Fark ettiniz mi bilmiyorum ama genel olarak bize kadar gelen masallarda hep aynı tablo var: şatoda/sarayda yaşayan bir kral var ve onun kızı var ve bu kız genel de 17 yaşlarında. Bu şatonun etrafında bir orman var ve bir de kötü bir karakter/cadı var. Tabi bir de masalın sonunda ortaya çıkan bir prens var (Uyuyan Güzel, Pamuk Prenses, Sinderella, Güzel ve Çirkin…).

Şimdi ne manaya geliyor bütün bu ortak öğeler/semboller?

Şato/saray bizim bedenimizdir: Dimdik duruyor, içinde özümüz/ruhumuz yani kral dışarıyı gözetliyor.

Kız/prenses bizim egomuzdur: Doymak bilmeyen, bencil, hükmetmeyi seven yanımızdır. Hep 17 yaşında olması hiç kendini yaşlı görmez/taze/fresh demek.

Orman toplumun sembolüdür. Her ağaç bir birey. Aynı zamanda karanlık. Bilinmeyen bir ortam. Ne zaman nerden bir kötülük çıkacağını kestiremiyorsun.

Prens Tanrısal öz: Yani sevgi/aşk.

Şimdi bütün bu sembollerin manalarını açmadan önce ‘Bir varmış Bir yokmuş’a geri dönelim. Aslında yani ÖZ-ünde bütün masallar bize “Bir”i anlatmaya çalışır. Çalışır diyorum çünkü hiç apaçık anlatmaz. Dinleyicinin kendisinin keşfetmesini bekler. Keşif yoksa dinleyici ona sadece masal olarak bakar ve geçer. Keşif çok önemli çünkü insan kendi bulduğu şeye önem verir ; o şey ona çok değerli görünür.

Bu bir hazine arayışına benzer; ama hazinenin nerde olduğu ile ilgili hiçbir bilgi yok, her yerde olabilir. Uyanık olmak gerek. Demek istediğim hepimiz uykudayız. Neden bunu rahatça yazıyorum çünkü asırlardır masallar anlatılıyor ama çok az insan o hazinen arayışına çıkıyor. Demek ki çoğumuz uykudayız.

Bu ‘Bir’ tahmin ettiğiniz gibi: Tanrı/Allah/God.

Bu 3 kelime bizlere aynı varlığı anlatır ancak üçünün de farklı açılımları vardır ama bugünün konusu değil.

Bu Varlık yani ‘Tanrı/Allah/God’ gizli olduğu için yani tendisini kimse görmediği için gizemli bir şekllde ‘Bir varmış Bir yokmuş…’ denmiş. Bu bir inanç meselesi diyebilirsiniz ve metni okumayı kesebilirsiniz. O zaman bilim üzerinden anlatalım.

‘Tanrı/Allah/God’a enerji diyelim sanırım herkes hem fikir olur bu konuda..

Peki size enerji dediğimde kafanızın üstündeki ampulü yani ışığı aklınıza getireceksiniz, değil mi? O zaman bu enerji elektrik olarak enerji oluyor. Yani enerjinin bir sıfatı bir yüzü oluyor. Isı olarak enerji diyebiliriz, elektromanyetik (güneş) olarak enerji diyebiliriz, hidrodinamik (su) olarak enerji diyebiliriz, eolien (rüzgâr) olarak enerji diyebiliriz… ve bunu çoğaltabiliriz çünkü her şey bir enerji özünde. Ama enerjiyi enerji olarak gösterebilir misiniz? Hayır.

Enerji hep bir sıfat halinde yani hep bir kıyafete bürünmüş halde.

Bilim insanı bile enerjiyi enerji olarak görmemiştir hep bir şeklini gözetlemiştir. Ya da bir ekranda bir deneyin sonucunda sadece –iz-ini sürmüştür. İz de bir sıfattır.

Dolayısıyla o enerjiye ‘Bir’ desek, o ‘Bir’ hep şekle, sıfata, elbiseye bürünmüş halde bize gözüküyor. Yani ‘Bir’ bakmışız var, ‘Bir’ bakmışız yok…

İnsan, insan olduğundan beri hep bu ‘Bir’i aramıştır. Hep aklını meşgul etmiştir. Ama kimlerin aklını meşgul etmiştir? Uyananların.

Masal dediğimiz şey bizim hayatımız olmasın?

Bu hayatta hâlâ masal dinleyenlerden misin? Anlatanlardan mısın?

Kendi masalını ne zaman yazmaya akıl edeceksin?

Yoksa bu hayatın içinde misaller (örnek) olduğunu görüp bunları meselen (dava) haline dönüştürebiliyor musun?

Yani senin özüne dokunan davaların var mı bu hayatta? Yoksa hala trafik var diye, faturaların geldi diye, yumurtan rafadan olmadı diye, hava yağmurlu diye… sinirleniyor musun?

Halbuki bütün bu öfkelenmelerin bir var bir yok… Bir uçtan bir uca savrulduğunu hiç fark ettin mi? Bir gün mutlusun altı gün mutsuz. Yani aslında sadece bir gün varsın. Diğer günlerin bir masal içinde hep cadılarla boğuşuyorsun. Hep onlar şuçlu. Hep beyaz atlı prensi bekliyorsun. Kurtarıcı. Beni bu zulümden kim kurtaracak diyorsun.

SOFIA…

“Bir varmış, Bir yokmuş…Bir şatoda çok güzel bir prenses yaşıyormuş, adı Sofia’imiş. Bu prenses şatonun penceresinden şehrin hareketliliğini izlermiş ve çok özenirmiş : keşke bende bu insanlar gibi alışveriş, gezsem, yesem içsem dermiş. Ama babası izin vermezmiş şatondan çıkmasına. Bir gece prenses şatodan kaçmış. Kendisini şehrin sokaklarında bulmuş. Bir meyhanenin önünden geçerken bir genç onu fark etmiş: yanına gelmiş sen benimsin demiş. Başka bir erkek gelmiş ve hayır! Benimsin demiş. İki genç arasında kavga çıkmış ve sonunda güçlü olan güzel kızı kapmış. Evine götürmüş. Eğlenmiş, sevmiş, sevişmiş…ve bıktığında sokağa atmış. Güzel kız soluğu sokakta alır almaz, başka bir genç bunu kapmış ve evine götürmüş…ve bu yıllar devam etmiş. Sonunda kız yaşlanmış ve hiçbir erkek ona bakmaz olmuş. Kendisini sokakta bulmuş, kaldırım kenarına oturmuş ve ağlamaya başlamış. “Baba beni affet!” demiş. “Ne olur! “Beni affet!” diye ağlıyormuş. Birden saçlarının arasında bir el hissetmiş. Bir ses buna “Kızım gözlerini aç, ben burdayım!” diye sesleniyormuş. Kız gözlerini açınca, bir de bakmış ki onu okşayan babası. Meğerse bütün bunlar bir rüyaymış.

Bir ömür yaşarız ve bir bakarız ki hepsi bir rüya gibi başlamış ve bitmiş…Bu hikâyede Sofia, hikmettir. Baba evinden çıkıp hayatı deneyimleyip kendinde kendini bulan insan. Bir dönüşüm hikâyesi, hepimizin dönüşüm hikayesi aslında. Hepimiz ‘fahişeyiz’; fahiş, ölçüsüz demek, kıymet bilmeyen. Bizlerde hayatta ona meyal buna meyyal olarak yaşıyoruz. Bu döngüden kurtulan, Sofia oluyor, hikmeti bulmuş oluyor. Baba evine dönmüş, şefkati kucaklamış oluyor.

Her masal bizlere bir konu hakkında bir ilke/değer hakkında düşünme fırsatı verir. Dönüşme fırsatı sağlar. Yazının başından beri masal diyorum ama artık modern masallarımız var: Filmler, tiyatrolar.

Bunlardan birkaç tanesini hatırlatmak gerekirse: Star Wars, Yüzükler Efendisi, Matrix, Game of Trones… Bu filmlere sadece entertainement/eğlence olarak bakabiliriz ya da bir mana bulmaya çalışabiliriz.

İnsan denen varlık mana varlığıdır. Mana verir mana bulur. Mana bulan insan anlamlaştırır hayatı. Anlam bulduğunda sorumluluk sahibi olur diğerlerine karşı. Bir amacı olur, bir yönü. Yönü olmayan insan savrulur, kaybolur. Kaybolana ne denir?

Cahil. Cehel’den gelir. Arapça “çölde yönünü kaybetmiş deve” demek.

“Tanrı/Allah/God” bizlere doğru yoldan gitmemizi nasip eylesin, lüzumsuz bilgiden uzak tutsun ki bitki, hayvan gibi SADECE yaşamayalım.