İlkokul yıllarıma dair anılarımın birçoğu aklımdan silindi. Fakat birçok anıdan belki de hala en net olanı okulun ilk günü öğretmenimle tanışma anıdır. Babamın elinden sıkıca tutmuştum ve inanıyordum ki hiçbir güç beni babamdan alıp kapısında beklediğimiz, içinde onlarca çocuk, anne ve babanın olduğu o sınıfa sokamazdı. İçeride bulunan ve birçoğu ağlayan çocuklarda eminim birkaç dakika önce aynı duygular ile benim durduğum yerde duruyorlardı. Öğretmenim olduğunu düşündüğüm yaşça babamdan daha yaşlı bir kadın yüzünde kocaman bir gülümseme ile bize yaklaşırken babamın ilk yaptığı, artık sıkmaktan avuç içi terleyen elimi bırakmak ve ceketinin düğmesini daha önce onda hiç görmediğim bir mahcubiyet ve saygıyla iliklemek olmuştu. Öğretmenim ise iyice yaklaştığım babamın yanında diz çöktü ve elini bana uzatarak; “Sınıfına hoş geldin, tanışalım mı?” demişti. O gün ve takip eden ilkokul yıllarımda anne babamın ya da diğer velilerin, bir öğretmen gördüklerindeki saygı seremonileri aklımda değişik biçimlerde kalan fotoğraflardandır.

Bugünlerde ebeveynlerin, öğretmenlere ve okullara olan bu tip geleneksel saygısının azaldığı yönündeki haberlere ya da konuşmalara çoğunuz tanık oluyorsunuzdur. Eğer bu düşünceler doğru ise; yani okullar ve öğretmenler eskiden onlara duyulan saygıyı artık yitirdiler ise, bunun nedeni/ nedenleri ne olabilir diye düşünmek gerekir. Bunun birçok nedeni olabilir; eğitimin ekonomisi, öğretmen yetiştirme politikaları, sıklıkla değiştirilen eğitim müfredatı ya da sistemleri, arz talep ilişkileri ya da çağa ayak uyduramayan eğitim yaklaşımları. Benim burada üzerinde durmak istediğim nokta ise en son yazdığım neden olacak.

İlk çağlardan günümüz teknoloji çağına kadar, bilgi ve bilginin kaynağı her zaman değerli olmuştur. Ünlü düşünürler, hocalar ve onların yanında yıllarca kalan öğrenciler, hükümdarlar tarafından kurulan dev kütüphaneler ve buralarda geçirilen ömürler, yazılan kitaplar… Bu ve daha sıralayabileceğimiz birçok örnek eskiden beri bilginin ulaşılması zor bir şey olduğunu, kaynağının değerli ve saygı değer olduğunu göstermektedir.

Bilgiye duyulan merak ve ihtiyaç, bilginin kaynağına gösterilen saygıyla kendini göstermiştir. Belki de babamın öğretmenim karşısındaki o davranışı, o dönem bilginin tek kaynağı olarak öğretmenimi, okulu görmesinden ve en kıymetlisine bu durumun sağlayacağını düşündüğü faydadandır, kim bilir?

Şu an Türkiye’de yaşandığını gördüğümüz öğretmen ve okul algısı bozulmasının nedenlerinden biri bu olabilir mi? Yani bilginin tek kaynaktan alınmadığı eğitim dünyasında bilgi tekelini elinde tutma çabasında olan sistem, yöntem, okul ve öğretmen tutumu nedenlerden biri olabilir mi?

Şimdi kendinizi bir öğretmen olarak düşünün; öğrencileriniz her an bir önceki gün öğrendiği ve sizin daha önce hiç duymamış olabileceğiniz bir bilgiyi sizinle paylaşmak için birbiriyle yarışıyorlar. Denizatı erkeğinin hamile kalabilmesinden, sanal bir dünyada kurulan bir şehrin nasıl yönetileceğine, büyük beyaz köpek balığının besin zincirindeki yerinden, uzayda yaşam için gerekli olan şeylere kadar sürekli akan bir bilgi bombardımanında sistemin size öğretmenizi istediği akademik bilgileri vermeye çalışan öğretmenler olarak düşünün. Bu durumda elinizde tuttuğunuza inandığınız en değerli güç olan “bilginin kaynağı” olma gücü artık sizin en güçsüz yanınız olabilir. Sizler sahilde kumdan kalesi ilk dalgada yıkılacak komutanlar olabilirsiniz.

Peki asıl soru bu durumda okullar ve öğretmenler neler yapabilir ya da neler yapmalı? Bu konu ile bağlantılı ve başka bir yazının konusu olabilecek nokta ise; velilerin böylesi bir sistemde okullardan ve öğretmenlerden beklentisi ne olmalı? Yani doğru okul seçimi nasıl yapılmalı?

Bilginin her yerde olduğu bir dünyada okullar ve öğretmenler neyi nasıl öğretmeli? Sanırım artık öğretmenler çocukların öğrenmeleri önünde engel olmadıkları, sürece katalizör olabilecek doğru soruları doğru anda sisteme dahil ettikleri, gereklilik olan değil ihtiyaç duyulan gerçek yaşam becerilerini öğretebilen kişiler olmaları gerektikleri konusunda farkındalık kazanmaya başladılar.

Çocukların ihtiyacı olanın öğrenmek olmadığını, doğru bilgiye nasıl ulaşacaklarını öğretmek gerektiğini, öğrenmeyi nasıl öğreneceklerini fark ettirebilen öğretmenler ve okullar, bunun hiç farkında olmayan okullardan oldukça ilerdedirler. Bu bağlamda okullar ise; salt akademik kaygılardan sıyrılıp öğrencileri günümüz teknoloji çağına uygun, doğru soruları zamanında sorabilen, zihinsel süreçlerle birlikte beceri anlamında da donanımlı bireyler olarak yetiştirmelilerdir.

Biz biliyoruz ki artık çok yoğun bir eğitim enflasyonu yaşanmaktadır. Eskiden lise mezunlarının değer bulduğu bir dünyada artık herkes lisans hatta yüksek lisans mezunu iken, yeni yetişen bireylerde aranan kriterler sadece akademik yeterlilik olmayacaktır. Hangi sporla uğraştığı, dans edip edemediği, bir enstrüman çalıp çalamadığı, hatta bir yemek kursundan aldığı şeflik sertifikası…

Bunlar günümüz dünyasında bizleri çoğunluktan ayıran meziyetlerden öte bizim kim olduğumuzu belirleyen unsurlar olarak önümüzde durmaktadır. Alman Horst Lutz 8 yıl kadar önce şöyle bir soru sordu: “Bilişsel yeteneklere sahip olmama rağmen alışık olmadığım bir hareketten diğerine geçerken neden kaos yaşıyorum? Bu süreçte beynimde ve takiben yaşantımda neler oluyor?” Bu soru öncesinde ve sonrasında yapılan beyin araştırmaları gösteriyor ki akademik süreçlerle birlikte bedenini tanıyan kontrol edebilen ve geliştiren, sosyal yönlerden güçlü, kitap okuyan, dans eden, enstrüman çalabilen yani bedenini sadece beyni taşıyacak bir araç olarak kullanmayan bireylerin çoğu aynı zamanda akademik başarıda yaşıtlarının bir adım önünde oluyor.

Sonuç olarak sınavları birincilikle kazanıp gittiği partide dans edemeyen, çalınan bir enstrümanının sesini tanıyamayan hatta ayakkabılarını bağlamayı bile öğrenemeyen bireyler ayakkabılarını bağlamayı öğrenemeden hayatta başarılı olamayacaklar gibi durmaktadır.

Güney ÇINAR-Yeşilyurt Açı Koleji Genel Müdürü