Gerçeklik nedir ? diye başlasam.
Şu an yaşanandır.

Alman filozof H. Rickert der ki: Yaşanan realite anlatılan bir hikayedir. Yani nutuktur. Konuşulan bir konudur. Kimliğim mesela anlatılan bir hikayedir. Başka örnek; herkes yıllardır krizden bahsediyor…aslında anlatıldığı için gerçekleşiyor.

Yohanna nın sözü gibi İncil’i Şerif’te; söz ete kemiğe büründü. (Le Verbe s’est fait chair.) bilgi her zaman realitenin önünde demektir bir manada.
Bilimde bunu söylüyor, maneviyatta aynı konuya değiniyor; dua etmek nedir? Bir niyeti ortaya koymak. Bu manada namaz kılmak ne demek mesela ? Niyetinizi ortaya koymak, o niyetin işini gerçekleştirmeye yönelmektir.
Bir mühendis düşünelim; bir sorunu nasıl çözeceğini düşünürken önce onu hayal eder. Niyetini ortaya koyar. Çizimler yapar. Hesaplar yapar. Maddeye şekil vermeye çalışır ve böylece yeni bir realite yaratır. Burada da bir niyet meselesi var.
Bizim dünyada farklı niyetler koymuş insanlar var. Birileri para kazanmak istiyor. Birileri diğerleri ile igilenmek istiyor. Birileri huzurlu yaşamak istiyor. Başkaları da barış istiyorsan savaş yapamaya hazırlanacaksın düşüncesinde… bütün bunlar nasıl bir realite oluştura bilir? Önce sözde buluşmamız gerekiyor. Dialogda. İnsanlara bu söz/düşünce alışverişine imkan verirseniz ortak niyetler oluşmaya başlar, hiç olmazsa asgaride.
Diplomasi buna yarar mesela. Konsolos bu işi yapar. Batıda Ambasadör derler; kelime kökü latince Ambactus ten gelir; köle, hizmetçi demek. Savaş alanında düşman tarafına gönderilen mesajcı; ama bu adamın geri döneceği meçhul olduğu için (kelle koltukta gittiği için) o adam mesajın kölesi olarak görülüyormuş.
Sözün kölesi, hizmetçisi.
Doğru sözü taşıyacak konsolos kalmadı. Bütün konsoloslar kendi gruplarının menfati için çalışıyor, bütünün değil.

Örnek: sağlık sektörü.
Bilim insanları diyorlar ki gelecekte bizleri robotlar ameliyat edecek. Sağlığı onlar sağlayacak. Buna transhümanizm deniliyor.
Başta yazdığım gibi; bu anlatılan bir hikaye. Ama gerçek değil veya sadece zengin bir zümre için gerçek olacak. O grupların hizmetçileri. Diyebilirsiniz ki o konsolos bir milletin temsilcisi ama aslında bir partinin temsilcisidir.
Bazen bu gruplar hayatın karanlık tarafını temsil ediyorlar bazen de aydınlık tarafını. Bu karanlık ve aydınlık aynı yin ve yang gibi birbirine bağlıdır. Tek dikkat etmemiz gereken konu: biri diğerine hükmetmemesi konusu. Denge gerekiyor demek istiyorum.

Marshal Rosenberg, şunu söylüyor: sözler ya penceredir ya da duvardır.
Batıda çok konuşulan bir eğitim konusu var: şiddetsiz iletişim veya şiddete başvurmadan iletişim kurmak.
Çünkü şiddet her yerde. Hayatımızın her anında neredeyse.
Yoldaki arabaların sesleri bir şiddet, bakışlar şiddet dolu, sözler genelde şiddet dolu, davranışlar keza aynı…
Şiddet sayesinde realiteye dokunursunuz yani bir olayı yaşarsınız ve o zaman dikkatli olursunuz.
Dikkat etmek: cesaretin zekasıdır. Korkmak değil.
Aristotales buna Fronezis der.
Realiteyi gördükten sonra realiteyi değiştirebilmek.
Mesela şu an yaşadığımız kriz; ne anlatıyor bizlere? Ne fırsatlar yakalayabiliriz?
Söylediklerimizden yola çıkalım: krizle bir yüzleşelim. Nasıl « sound » ediyor bizde?
Mesela bir çatışma/anlaşmazlık var ve bunu inkar ediyoruz: bu durum eninde sonunda patlak verecek.
Buna Yunanlılar : epoke diyorlardı. Yargılamak yok demek. Kimseyi yargılamayacağım. Sadece düşüncemi durduracağım. Dünyayı dinleyeceğim ve gözlemliyeceğim. Bunun için zaman vereceğim kendime, sonra yeniden düşüneceğim.

Bu krize yargılamadan bakalım.

Çocukluğumdan beri kriz kelimesini duyuyorum. Yeni bir şey değil.
Şu an ki sağlık krizi; medyatik bir krizdir. Medya hasta. Demokrasi hasta. Finans sektörü hasta. Ekonomi hasta. Anahtar değerler krizidir bu kriz. Bugün toplum içinde başarı kriterlerine bakalım: daha fazla para kazanmak ve daha fazla mal mülke sahip olmak. Aynı zamanda birey olamama krizidir: birey olarak -BİZ-i yaratamamak.

Eski kabilelerde inisyasyon töreni yapılırdı gençlere: erginlenme denir buna. Bu törende genç bir zorluğu aşması gerekiyor: 3 gün gömülür mesela, ormanda ateş çemberinde oturması gerekebilir… burada genç şunu anlar: sen öleceksin ama sana yol gösteren bir şaman var yanında. Bu törenden sonra gruba dahil oluyorsun yani savaşçılar grubuna, kabileye.
Erkekler bu inisyasyonu yaşıyor kadınlar ise doğum sancısını çekiyor. O da bir inisyasyon. Gençlikten yetişkinliğe ulaşmak acı verir. Adam olmak sancılıdır.
Bebekler elli defa düşerler yürümeyi öğrenene kadar. Yürümek yeni bir hale adım atmaktır. Sancılıdır.

Bireyselleşme krizi var bizim dünyada.
Bu çağ, çağı olamayan bir çağdır: Heidegger böyle der.
Ne demek bu: teknik sistem ile sosyokültürel sistem bir birine bağlıdır. Genelde teknik sistem gelişir ve sonra sosyokültürel sistem o tekniği kullanır.
Çağsız çağ aslında artık teknik sistem ile sosyokültürel sistem arasında akort yok demek. Bağ yok. Teknik sistem sürekli gelişmekte. Eskiden kabilenin reisi yani yaşlısı sosyokültürel sistemi organize edendi. Şimdi tekniği geliştirenler organize ediyorlar.
Şöyle özetleyelim: çocuğunuzun cebinde cep telefonunu olmasına kim karar veriyor?
Siz mi?
Hayır.
Sizler katlanıyorsunuz.
Cep telefonunu üreten firmalar karar veriyor.
İlginç değil mi? Bizlerin bir birimizle nasıl ilişki halinde olacağımızı bir firma karar veriyor. Nasıl tüketeceğinize, ne tüketeceğinize, nasıl iletişim kuracağınıza, bilgiye nasıl ulaşacağınıza onlar karar veriyor.
Bu firmalar insanoğlunun ürettiği en büyük sapkınlıklara ve paranoyalara sahipler.
Bu firmalara batıda « interticiel » firmalar deniliyor. Yani girdiğinde çıkamazsın. Elini verirsin bütün aklını alır senden.
Tecavüz kültürünü geliştiriyorlar; hayatımızın her anını ele geçirmek için; içimize giriyorlar sana rağmen.

Yıllardır « disruption » kavramını duyuyoruz.
Teknik sistem ile sosyokültürel sistemin kopuşunu anlatıyor aslında.
Bütün Yüksek okullarda bu kavram anlatılıyor.
Sistemi « disrupt » etmek gerekiyor deniliyor.
Sistemi oluşturan bütün düzenlemeleri yok etmek manasında.
Mesela taksi sistemini yok etmek için Uber yaratıldı.
Sinemayı yok etmek için Netflix çıktı.
Bu oluşumlar sosyal grupları yok ediyor.
Eskiden grup vardı yani Biz. Şimdi grup dağıldı ama birey olmayan kişiler kaldı.
Ne çıkıyor ortaya böylece: bireyleşmemiş bireyler değil bireyci (individualiste) insanlar. İnstagrama bakın, genelde insanların tipi aynı.
Bireyciler küçük gruplar halinde buluşmaya çalışıyorlar; mesela ekolojistler, deistler, narsisistler…kendi görüşlerini diğerlerine empoze etmeye çalışıyorlar.
Bu gruplar Hukuku ele geçirmeye çalışıyorlar, böylece kendi dünya görüşlerini Hukuki bir zemine oturtmaya çalışıyorlar.

Bernard Stigler « Protention » diye bir kavram öne sürüyor: olumlu/pozitif olarak birlikte nereye gidiyoruz? demek.
Pozitif protention kalmadığından dolayı, negatif protentionlar kaldı.
Mesela bütün sosyal mecralarda, dünyanın sonu geldiğini okuyabilirsiniz. Ama her dönem bunu düşündü insanoğlu.
Gilgamış, Nuh tufanı, Apokalips… bunlar hiç yeni değil. Eskiden bu fikirlerin karşısında anlam veren bir hikaye vardı. Şimdi sadece yıkım var.
Aslında kriz dediğimiz şey: birlikte bu dünyayı inşa edecek hikayemiz yok demek.
O zaman bu hikayeyi yazalım.

Biraz önce de yazdım; kolektif olarak insanoğlu kendi kaderini çizemiyor, onun yerine narsisik sapıklar var Silikon Valley de ve onlar karar veriyor. Tek korktukları şey ölüm: ölmemek için çalışıyorlar.
Onların pozitif protentionu; tek başına olmak ve ölmek. Paranoyak sapıkların derdi aynı; tek başına kalmak ve diğerleri ile bağının olmaması. Ölümü yenmek için neye başvuruyorlar? Teknolojiye.
Buna transhümanizm deniliyor. Kurtulacaksınız çünkü sizleri bir USB karta yükleyeceğiz. Bu bir kabus aslında. USB karta yüklensek bile yine tek başınayız ve yine acılar içindeyiz. Ne değişti?
Benim için iki konu var: birbirimize bağlılık ve birlikte anlattığımız hikaye.

Gözlemlediğimizde dünya yavaş yavaş totaliterleşiyor. Bundan korkmaya gerek yok. Sakince gözlemlemek gerekiyor.
Bütün dikkatimizle: hem uyanık olmak hem de odaklı olmak gerekiyor.
Tarihte defalarca bu olayı insanoğlu yaşadı ; Kırmızı Kmerler, Nazism, Mussolini ile, Staline ile…
Zengin ve fakir arasındaki ayrım gittikçe fay hattına dönüşüyor. 10 kişinin serveti 4 milyar insanın servetine eş olduğu söyleniyor.
Totalitarizm ortaya çıkarken karşısında şiddet eylemlerini görürüz. Bunun sebebi bir reaksiyon yaratma arzusudur. Nerede? Toplumda.
Bu reaksiyon ileri gitmek için bir gereksinimdir. Çünkü geriye gidilmez. Tarihte hiçbir toplum geriye gitmemiştir. İleri giden toplumlar tarafından yutulmuşlardır.
Belki bu totalitarimz eylimleri hayırlı olacak hepimize.
Renee Girard, mimetik şiddetten bahseder.
Ne demek bu? İki taraf birbiriyle çatışıyorsa, eninde sonunda büyük bir kapışma olur ve bir günah keçisi seçilir, onun sayesinde problem çözülür.

Bu teorinin karşısında bir de şiddetsiz bir yaklaşım var.
Olan biteni gözlemleyerek, anlamaya çalışarak… mesela neden beni, bu olan bitenler öfkelendiriyor?
Baktığımda kendime; ne istiyorum insan olarak?
Ben olmak ve diğerleriyle bağlı olmak istiyorum. Güvende olmak ve aynı zamanda kendimi ifade edebilmek.
Buraya gidebilir miyiz? Hep birlikte?
Ana akım medyaya bakın, onlarda aynı şeyleri istiyorlar: Biz olmak ve bağlı olmak istiyorlar.
Kimse yalnız kalmak ve ölmek istemiyor. Kimse.
Yaşlılara bakıyorum etrafımda, eldivenli, maskeli, kolonyalı, tek başına, ölmekten korkan, acı çeken insanlar görüyorum aynı biraz önce bahsettiğimiz narsisik sapıklar gibi.

Çocuğu olanlar bilir: Kiriku ve cadı isminde bir animasyon filmi var.
Karaba adında bir cadı var, suyu, ekmeği, eşyaları…çalıyor. İnsanlar arasında dedi kodu çıkarıyor, nifak sokuyor ve birliği bozuyor. Herşeyi istiyor kabileden. Kendi kulubesinde yalnız yaşıyor. Bütün istediği aslında kabilenin içinde kabul görmek.
Kahramınımız Kiriku, çıplak küçük bir çocuk, Karabanın yaptıklarını gördükçe, şu soruyu soruyor; Karaba neden bu kadar öfkeli? Köylüler şöyle cevap veriyorlar; çünkü suyu istiyor, eşyalarımızı istiyor…. Ama bu cevap Kiriku’yu mutlu etmiyor ve hep aynı soruyu sormaya devam ediyor.
Neden bu kadar öfkeli?
Sonunda dedesi cevabı veriyor: Karaba acı çektiği için diyor.
Kiriku, Karabayı koşulsuz sevgisiyle iyileştiriyor.

Ama bizdeki hastaları, narsisik sapıkları koşulsuz sevgiyle nasıl tedavi edebiliriz? Mümkün değil.
Narsisik sapığın karşısına dengeleyici güç koymamız gerekiyor.
Bir kabilede kötü insanlar, ejderhalar, canavarlar olabilir, kabilenin insanları o kötü varlıkları köyün dışında bir mağarada tutmak zorunda. Köyün içinde değil.
Masallarda mesela canavarlar kovulur, bir uçurumdan atılır, denize dökülür…ama öldürülmez. Ve bir daha onları görmedik diye biter masal.
Bizim bu canavarlara bir isim verme zamanı geldi. Bence.
Birlikte onlara karşı direnme zamanı geldi.
Virüs bizim canavarımız değil.
Canavarları hepimiz tanıyoruz; medya bu canavarlar arasında. Gazetecilerden bahsetmiyorum.
Politika başka bir canavardır. Ama politikacılar değil.
Gazeteciler veya politikacılar arasında çok iyi niyetli insanlar var.
Canavar çok büyük olduğu için birlik olmak zorundayız, tek başına hiçbir şansımız yok.
Hem birlik olacağız hem de dünya ile yankılanacağız; dünyayı dinleyerek.
Hiç birimiz yeni bir İphone, daha büyük bir arabaya, daha lüks bir eve, Tayland’ta tatile…bunlar tüketimlerdir, ihtiyaçlar değil. Bütün saydıklarım acılarınızı hafifletmiyor.
Temel ihtiyaçlara dönmemiz gerekiyor çünkü onlar acılarımızı dindiriyor. Bunun için birlik içinde bağlılık lazım.
Hayatı öncelik olarak görürsek, birlik ve bağlılık olur.
Bu birlikten bir sosyal grup doğacak; kendi hikayesini yazacak bir grup. Bu hikaye canavarın hikayesi olmayacak, grubun hikayesi olacak.

Medyayı nasıl sustururuz?
Televizyonu kapatarak.
Aslında bu bahsettiğim gruplar oluşuyor şu anda bütün batı ülkelerinde. Gruplar dağınık şu haliyle, birlik ve organize olurlarsa bu iş tutar. Kolay bir iş değil çünkü okullarda bizlere birlik olmayı ve organize olmayı öğretmiyorlar. Tam tersine tek başına olmayı öğretiliyor.

Komşunuzdan sizin için alışveriş yapmanızı rica edebilir misiniz?
50 yıl önce bu mümkündü.
Bugün Migros Sanal marketinizden rica ediyorsunuz.
Medya ile ilgili bir başka örnek neden sadece Youtube var? Video kanalı olarak? Neden başka video kanalları yaratılmıyor veya yaratıldıysa tanıtılmıyor? Tek kanal demek monopol demek. Totalitarizm demek.
Youtube’e alternatif olarak mesela: Odyssey ve Rumble var. Kaç kişi biliyor?
Politikayı yeniden yazmamız gerekiyor.
Birkaç narsisik sapığın oyununa alet olmamak için.
Nasıl olacak?
Şu an bize öğretilen: maviye mi kırmızıya mı oy vereceğim düşüncesiyle hareket ediyoruz. Herkesle konuşulmalı. Bizim gibi düşünmeyen ile de. Yeter ki birlik için olsun. Ayrım için değil.
Tabi politika gibi bir de hukuk sistemi var. Hakkımızı aramak diye bir kavram var. Hukuk sosyal birliğin çimentosudur. Adalet mülkün temeli derken bunu kastediyoruz. Hepimiz hukuğa başvurmalıyız. Bu hukuk bağımsız olması şarttır.
Hakkını aramayan toplum birlik olamaz.
Şu an herkes bütün dünyada teslim olmuş durumda; hukukta canavarın elinde gibi ama bir kahraman çıkacak toplum içinden ve o hepimize cesaret verecek. Canavara karşı durarak. Onun cesareti bütün kabileye cesaret verecek ve canavara had bildirecek.
Bütün kabile ayağa kalkarsa ne olur?
Kahraman Achiles’in topuğunu görür. Zayıf noktasını. O andan itibaren kar topu gibi cesaret topu büyür.
Ama birilerinin kahraman olarak ortaya çıkacağını beklemeyelim, hepimiz hakkımızı savunalım, mahkemeler önünde.
Dolasıyla bir kurtarıcı/bir mesih gelmeyecek.
Hepimiz telefonlarımızla LIKE atarak hakkımızı savunamayız.

Güzel günler bekliyor insanoğlunu, çünkü sadece insan güzele laiktir.

RECEP ÇİFTÇİ